onwin yeni giriş canlı bahis casino siteleri rulet siteleri

“MEDENİYETLER İTTİFAKI”

MEDENİYET TASAVVURUMUZUN NERESİNE DÜŞER?
Bu makale 2018-03-02 10:53:48 eklenmiş ve 2833 kez görüntülenmiştir.
Mehmed Zihni

 

Geçtiğimiz günlerde ilimizde “Yeni Dünya, Yeni Türkiye ve Medeniyetler İttifakı” konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Türk/İslâm medeniyetine payitahtlık yapmış nadide şehirlerden biri olan Edirne, tarihi birikimi sebebiyle tam da medeniyet meselelerinin konuşulacağı, müzâkere edileceği şehirlerin başında gelmektedir. Bu sebeple sahasının pirleri kabul edilen hocaların katıldığı bu toplantıya vesile olanlar teşekkürü hak ediyorlar.

Biz medeniyet tasavvuru konusunda derdi, davası olan bir Edirne’li olarak, meseleye katkı sağlamak, bahsi geçen toplantıda dile getirilen bazı görüşlere tabir yerinde ise “muhalefet şerhi” düşmek üzere bu yazıyı kaleme almayı millî bir sorumluluk olarak addettik.


 Toplantının vurgulanan temel konularından birisi özelde Edirne ve Mardin, genelde ise Osmanlı’da bütün dinlerin, inançların, kültürlerin ve sahiplerinin kaynaştığı, eşit düzeyde olduğu bir “dini, siyasi ve kültürel” çoğulculuk tablosuydu. Tarihi vakaya bakıldığı vakit Osmanlı’da bu manada bir çoğulculuk olduğunu söylemenin oldukça güç olduğu kanaatindeyiz.


 Osmanlı toplumunun temelini teşkil eden milletler sistemi bir ırka veya etnik bir unsura değil, hakkın yegane mümessili olarak kabul edilen İslâm'ın ve İbrahim milletinin hakiki temsilcisi müslümanların, hakimiyet ve üstünlüğüne dayanırdı. Zira İslam hukukunda insan toplulukları, esas itibariyle “Müslümanlar” ve “gayrimüslimler” olmak üzere ikiye ayrılırdı. Gayrimüslimler din ve inanışlarına göre “ehl-i kitap olanlar” ve “ehl-i kitap olmayanlar” şeklinde sınıflandırılırdı. Buna göre Osmanlı’da Müslüman millete “millet-i hâkime, millet-i fâtiha”, gayrimüslimlere ise “tebaa-i gayrimüslime, cemaat-ı muhtelife, milel-i saire veya millet-i mahkûme” denilmekteydi. Osmanlı’da gayrimüslimler dahi kendi aralarında sırasıyla Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler şeklinde hiyerarşik bir düzene sahiptiler. Klasik Osmanlı sisteminde müslümanların ve İslâm hukukunun hâkimiyetini kabul eden, zımmi statüsünün gerektirdiği cizye vergilerini ödeyen gayrimüslimlerin canı, malı, dini, inanç ve ibadet hürriyetleri teminat altına alınmış idi. Adı geçen gayrimüslim milletler zorla bir asimilasyona tabi tutulmamışlar, İslâm’ın ve Müslümanların zimmetinde kendi din ve devletlerinde bulamadıkları, hatta günümüzde dahi eşi görülmemiş bir adalet ve huzur ortamında yaşamışlardır. Gözden kaçırılmaması gereken en önemli husus bahsi geçen zimmet ve emanetin tarih boyunca hakkın yegâne mümessili olan İslâm’la/müslümanla mukayyet oluşudur. Osmanlı sonrası Balkanların durumu bu hakikatin canlı şahididir. Bu sistemde hangi ırktan, milletten, dinden olursa olsun gayrimüslimlerden kelime-i şehadet getirip Müslüman olanlar hemen hâkim millete katılmaktaydı. Özetle Osmanlı düzeninde, bugün çokça söylendiği gibi bir dini ve kültürel eşitlik ve çoğulculuk değil, İslâm’ın/Müslümanların ve İslâm hukukunun hakimiyet ve üstünlüğü esastı.


 Klasik Osmanlı sistemi Tanzimat'la birlikte kesintiye uğradı. Zira bundan böyle müslim-gayrimüslim herkes Osmanlı vatandaşlığında eşitleniyordu. Bugün çokça idealize edilen çok kültürlülüğü en azından kâğıt üzerinde ve söylem düzeyinde de olsa ancak klasik Osmanlı sisteminin kesintiye uğradığı, Tanzimat ile Cumhuriyet dönemi arasında görmek mümkündür. Fakat o koca imparatorluğun da bu dönemde parçalandığını, vatanımızda yüzbinlerce Müslümanın canının, namusunun, malının bu dönemde asırlara dayanan komşuluk ilişkileri olan gayrimüslimlerin de katkısıyla yağma edildiğini unutmamak gerekir. Sadece Trakya’da Bulgar çeteciler tarafından kadın, çocuk ayrımı yapılmadan katledilen Müslümanların sayısı bazı Batılı gözlemcilere göre ikiyüzbinin üzerindedir. Edirnemizin hemen her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış olup, altımızda yüzbinlerce kefensiz yatmaktadır. Anadolu Yunan işgaline uğradığı vakit işgal, zulüm ve katliamları gerçekleştirenlerin ancak yarısı denizin karşı yakasından gelmişti. Diğerleri yüzyıllardır komşumuz olan gayrimüslimlerdi. Bundan dolayı milli mücadele zaferle sonuçlanıp Cumhuriyet kurulduğunda bu topraklardaki gayrimüslimlere bir bakıma denildi ki, “ya kelime-i şehadet getirin, Müslüman olun, ya da topraklarımızı terk edin.” Zira Tanzimat sonrası yaşadığımız tecrübe bir vatanımız olacaksa bunun “Müslüman hakimiyetinden” gayri yolu olmadığını bize öğretmişti. “Hâkimiyetin bila kayd u şart millete ait olduğunun”, anlamı aslında hakimiyetin “millet-i hakime”ye yani Müslüman/Türk milletine ait olmasıydı. Bu manada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Tanzimatla kesintiye uğrayan klasik Osmanlı sisteminin günün koşullarına göre ihyasından başka bir şey değildi. Bunun için Lozan’da tüm dayatmalara rağmen yalnızca gayrimüslimler azınlık olarak kabul edilmiş, bunun dışındaki bütün Müslüman unsurlar, hangi kavimden ve mezhepten olursa olsun, yekvücut olarak milletin aslî unsuru görülmüş ve Türkiye’de Cumhuriyet sonrasında nüfusun yüzde 99’u Müslümanlardan müteşekkil hale getirilmiştir. Bugün biz bütün bunlardan habersiz görünerek, hali hazırda yüzde 99 küsûru Müslüman olan Edirnemizde gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğu Cumhuriyet öncesi ile Tanzimat arasındaki dönemi, “çok kültürlülüğü/dinliliği” öyle hasret ve övgüyle yad ediyoruz ki insan, sanki Edirne’de, Mardin’de… Türkiye’de huzur ve medeniyetimizin yeniden ihyası için gayrimüslim ithal etmenin ya da memleketimizde üretmenin bir zorunluluk olduğu zehabına kapılıyor. 


 Programdaki konuşmacı hocalarımızdan biri medeniyetin, dinle herhangi bir irtibatının bulunmadığından, evrenselliğinden, Türklerin Müslüman olduklarında (İslâm medeniyetine değil) Akdeniz Medeniyetine katıldığından, “dünya medeniyeti”nden bahsederken bir diğer hocamız ise dinin, medeniyetin geri sıralardaki unsurlarından biri olduğuna işaret etti. Hâlbuki bütün medeniyetlerin temelinde bulunan, onun dil, edebiyat, sanat, örf, adet, bilim, teknik gibi bütün diğer unsurlarına rengini veren o medeniyeti kuran milletin dini/dünya görüşü/hayat felsefesidir. Üstelik medeniyet kelimesi dahi “din” kelimesi ile aynı kökten türemiş olup Medine ile doğrudan irtibatlıdır. Zira hicretin akabinde Yesrib şehri tedeyyün ederek, İslâm inanç, hukuk ve ahlakının, bütün yönleriyle yaşam tarzının hâkim olduğu bir İslâm beldesi/şehri/vatanı (darü’l-İslâm) olmasıyla Medine ismini almıştır.


 Bugün emperyalist karakteriyle sadece İslâm kültür ve medeniyetini değil, dünyadaki bütün otantik kültür ve medeniyetleri maddi olarak mağlup eden, tahrip ve tahrife uğratan onların fiili varlığına son veren Batı medeniyeti dahi asla bazılarının ifade ettiği insanlığın şimdiye kadar sahip olduğu birikimin ortak hasılası olan evrensel bir dünya medeniyeti değil, Batının kendi dini, felsefi, tarihi tecrübesinin hasılasıdır. Bilhassa Aydınlanma sonrası aşkın/manevi boyutu reddeden “tanrıyı öldüren”, dini hakimiyeti altına alarak tarihin dışına iten ve tahrif eden bu medeniyet, özgürlük, hatta tanrılık hayaliyle kandırdığı insanı sermayenin kölesi haline getirmiştir. Bu medeniyet başka medeniyetlerden mesela İslâm medeniyetinden istifade etmemiş midir, tabi ki etmiştir. Fakat nasıl ki İslâm medeniyeti başka medeniyetlerden aldığı bilgiyi ihtida ettirdiyse bu medeniyet de başka medeniyetlerden aldığı unsurları kendi dinî felsefî zeminine göre dönüştürmüş, deyim yerindeyse irtidat ettirmiştir. Meselâ programdaki bir hocamızın (veya Elif Şafak gibilerinin) okuduğu bağlamda “evrensel dünya medeniyeti”nin bir unsuru olarak tasavvur edilen Yunus, Mevlânâ… artık bizim Yunusumuz, Mevlanamız değildir. Bu topraklardaki adı geçen bu ve benzeri diğer şahsiyetlerin, eserlerin İslâm ile irtibatını kopardığınız zaman, istifade etmek bir yana, onları ancak tahrif etmiş olursunuz.  


Modern kültürün diğer kültür ve medeniyetler üzerindeki tahripkâr özelliğini ünlü Fransız düşünür/sosyolog Jean Baudrillard de şöyle dile getirir: “Kültür adına layık olan her kültür modern kültürün içinde evrenselleşerek özgünlüğünü yitirmekte ve ölmektedir. Ancak bu süreçte sadece bizim zorla asimile ederek yok ettiğimiz kültürler değil, aynı şekilde evrensellik iddiasındaki kendi kültürümüz de ölmektedir. Öbürleri özgünlüklerinden öldüler ki bu güzel bir ölümdür, oysa biz her türlü özgünlüğü yitirmekten, bütün değerlerimizin soykırıma uğramasından dolayı ölüyoruz ki bu da kötü bir ölümdür”


 Öyle görünüyor ki bu muhtevasıyla medeniyetler ittifakı projesi ancak, hali hazırda hayatiyetini yitiren, bilfiil durdurulmuş olan İslâm medeniyetinin mirasının Müslümanın tarihi hafızasından ve gelecek tasavvurundan da bütünüyle silinmesine ve Batı medeniyetine iltihakına hizmet edecektir. Bu bağlamda “Medeniyetler Çatışması” teorisi de “aba altından gösterilen sopa” işlevi görmektedir. Yani “siz kendi iradenizle medeniyetinizi feshedip, davanızdan vazgeçerek bize iltihak etmezseniz biz sizi iltihak ettirmeyi biliriz” mesajı verilmektedir.


 Sonuç itibariyle şöyle denilebilir:


 Medeniyetler irtibatı: İhtimal.


Medeniyetler ittifakı: Muhal.


Medeniyetler iltihakı: Hal.


 


 

Yorumlar
Adınız :
E-Mail :
Başlık :
Yorumunuz :
Güvenlik :
Değiştir  
Toplam 0 yorum. Tüm yorumları okumak için tıklayın.
Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
E-Mail Bülten Kaydı
Arşiv Arama
- -
EDİRNE ÖNCÜ / TRAKYA ÖNCÜ HABER
© Copyright 2024 EDİRNE ÖNCÜ / TRAKYA ÖNCÜ HABER. Tüm hakları saklıdır. Bu site Gazi SOFT haber yazılımı alt yapısı ile yapılmıştır.
GÜNDEM
SPOR
SİYASET
EĞİTİM
DÜNYA