Göç…
Bir bavula sığan anılar, geride bırakılan topraklar, yüzlerde biriken hüzün. İnsan hayatının belki de en keskin dönüşlerinden biri. Bazen bir zorunluluk, bazen bir umut, bazen de kaçış. Ama her durumda bir ayrılık. Doğduğun, kokusuna alıştığın toprakların sana “elveda” deyişi; yabancısı olduğun bir dünyanın ise “merhaba” demesi.
Göç, yalnızca bedeni taşımaz başka diyarlara; ruhu da beraberinde sürükler. Arkanda bıraktığın her şeyin izleri, taşındığın yerlere gölgen gibi gelir. Eski evinin duvarlarında yankılanan çocukluk kahkahalarını özlersin. Güneşin batarken, tanıdık bir rüzgârın yüzünü okşamasını beklersin; oysa yeni yerlerde rüzgâr bile yabancıdır insana.
Göçün ağırlığı, bazen bir valizin fermuarında saklanır. Kapatırken içine sığmayan eşyaların değil, sığdırmaya çalıştığın hatıraların canını acıtır. Kim bilir kaç mektup, kaç fotoğraf ya da köşesi yıpranmış bir defter, bavulun dibine ilişir? Hepsi, kaybolmasından korktuğun geçmişinin küçük birer hatırlatıcısıdır.
Ama göç aynı zamanda bir arayıştır. Yeni bir yaşam, yeni bir düzen, belki yeni bir kimlik. İnsan, geride bırakılanın yasını tutarken, geleceği inşa etmeye çalışır. Ellerindeki toprak değişir belki, ama ruhundaki kökler hep aynı kalır. Göç eden, sadece bir coğrafyadan diğerine değil; geçmişten geleceğe, tanıdıktan bilinmeze doğru yolculuk eder.
Göç, acının ve umudun yan yana yürüdüğü bir yoldur. Taşıdığı zorluklar kadar içinde sakladığı bir yenilik vaadi de vardır. Her göç hikâyesi, insanlığın ortak mirasına eklenmiş bir dize gibidir. Bazen hüzünlü bir şarkıdır bu, bazen de umut dolu bir şiir. Göç edenin yüreğinde ise hep aynı dua saklıdır: "Yeni topraklar beni kabul etsin, eski topraklar beni unutmasın."
Ve bir gün, göçün tüm izleri silindiğinde bile insan, içindeki o sessiz çığlığı asla unutmaz. Çünkü göç, sadece bir yer değiştirme değil; aynı zamanda bir yeniden doğuştur.