Saatin tik takları arasında hayatımızı ölçeriz. Dakikalar günleri, günler yılları, yıllar ömrümüzü oluşturur. Ama gerçekten zaman nedir diye sorduğumuzda kendimize, akıp giden bir nehir mi, yoksa bizim varlığımızla anlam kazanan bir sahne midir?
Zaman insana sabrı öğretir kimi zaman. Zaman öyle kutsaldır ki; bir çocuğun gelişimi, bir ağacın tomurcuklanması, bir tohumun yere düşmesi hepsi zamanında evrilir. Hiç biri acele etmez. Herkes kendi zamanında güzelleşir. İnsanlar çoğu zamanla savaşmakta, gençliklerini kaybetmekten ve yıllarını gereksiz yere harcamaktan korkmakta. Ancak zaman, kaybedilen bir şeyden ziyade yaşanan bir deneyimdir.
Bir gün geçmişe dönüp baktığımızda, hatırladıklarımızın çoğu zamanın hızından değil, onun içindeki yüklediğimiz anlamlardan oluşur. Bir dostun omzunda dinen gözyaşımız, bir gülüşün içimizi aydınlatışı, bir vedanın ruhumuzda bıraktığı boşluk. İşte zaman aslında bu anlarda gizlidir.
İnsanlar genellikle bu küçük anları kaçırırlar. Sürekli olarak bekleyerek, "Yarın daha iyi olacak" veya "Bir gün mutlu olacağız" deriz. Ancak hayatın gerçek anlamı gelecekte değil, mevcut olan anda gizlidir. Bir fincan çayın buharında, akşam gökyüzünün kırmızılığında ve kalbimizi ısıtan küçük bir cümlede gizlidir. Zamanın kalbi, bu anlarda atar.
Belki de en büyük bilgelik, zamanı kovalamaktan ziyade onunla dost olmaktır. Çünkü bazen zaman ne düşmanımız ne de yarıştığımız bir rakibimizdir. O, bize her gün taze bir hayat sunan dilsiz bir akıl hocasıdır.
Ve zamanla dost olan insan, yaşlanmaktan korkmamayı, olgunluğu kucaklamayı öğrenir, geçen yılları değil, içinde barındırdığı anları görür. Zamanın kalbinde yaşayan biri için hayat, tükenen bir yol değil, anlamlarla örülü bir hazineye dönüşür.